Altıncı Doğan Çocuk
Uzun kavak ağaçlarının arasında kaybolmuş ahşap merdivenlerinden damına çıkılan iki katlı eski evde bir telaş vardı. Serpiştirilmiş gibi kayalıklar arasında meşe ağaçlarının altından akan derenin sesi, evdeki gürültüyü bir nebze de olsa bastırıyordu. Soğuk bir sonbahar, avlunun bir kenarında yemlikten yem yiyen koyun sürüsü, kırık sandalyeler, kafasına çul büllenmiş bir kocakarı, avluda ağzında tütün, volta atan yüzündeki çizgiler uzaktan belli olacak kadar derinlenmiş bir adam. Gecenin karanlığını Ümmü’nün doğum çığlıkları bölüyordu. Kadın çığlık attıkça avludaki adamın adımları yavaşlıyor, can kulağıyla köşedeki derme çatma kulübeye bir umutla bakıyordu. “Bu sefer oğlan olacak,” diye geçirdi içinden. Sandalyede oturan kocakarı yine söyleniyordu.
“Beş kız beş. Bi oğlan doğuramadı şu gelin. Sana dedim Fatma’yı alalım diye. Ama yok ayak diredin. İlle de gittin Ümmü’yü aldın. Bak ne oldu sonra? Fatma dört tane oğlan verdi erine. Sen daha bu kafayla çok volta atarsın kapılarda!” Osman yere çöktü. Siyah poşetten bir tutam tütün daha alıp titreyen dudaklarıyla kağıdı ıslattı. Sardı ve yaktı. Bir nefes çektikten sonra döndü:
“Ana, gurban olayım yeter! Bari bugün şu çenen dursun!” diyerek çıkıştı sandalyedeki kocakarıya. Sonbaharın ayazı çöktü geceye. Ebe nine derme çatma kulübenin kapısını aralayıp seslendi: “Osman, büyük kıza söyle sıcak su getirsin. Doğum zor olacak.” der demez telaşla kapıyı kapattı. Osman gerisin geri kızına seslendi. “Esma, gız Esma! Koş!” Pencereden heyecanla aşağıya bakan kız, babasını duyunca koşarak yanına gitti.
“Buyur baba” “
Ebe ana sıcak su istiyor. Git hemen ısıt suyu. Hadi bakma öyle. Koş!” Esma annesi için ağlayarak ikişer ikişer çıktı merdivenlerden. Yanan sobanın üzerindeki güğümden sıcak su aldı. Koşarak ebe ananın yanına gitti. Kapının arasından sıcak suyu uzatırken annesinin gözlerini gördü.
“Burdayız anne, dua ediyorum sa…” demeye kalmadan kapı yüzüne örtüldü. “Allahım nolur beni annesiz bırakma” diye içinden dualar ederek kardeşlerinin yanına gitti. Elleriyle evin balkonundaki teneke yağ kutularına ekilmiş çiçeklere dokundu. Islaktı çiçekler. Üzerlerine eğilip “Siz de ağladnız mı?”diye sordu. Reyhana gezdirdi ellerini. Gözlerini kapattı. “Aynı annem gibi kokuyor. Allahım anneme yardım et” derken gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Yağmurdan ıslanmış tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Odanın atrafı sedirlerle çevrili, sedirlerin etrafı hasır yastıklar, üzerinde işlenmiş kırlentler, yerde elde dokuma kilimler, kapı girişi temiz kalsın diye serilen muşamba, odanın etrafını dolanan soba boruları… Soba borularına telle bağlanmış teneke kutular, yerlere is dökülmesin diye önlem amaçlı bağlanmıştı. El işi dolap üzerinde süs eşyaları, dolabın içindeki siyah beyaz televizyonu ancak dolap kapaklarını açınca görebilirdiniz. Kuzine soba ağır ağır yanıyor, odanın kireçli duvarlarına sarı ışıklar vuruyordu. Yıkanıp kenarlarına kulp takılmış teneke kutular sıcak su için sobanın üzerindeydi. Duvardan akan is, yılan gibi kıvrılarak sedir yastığının altına kadar akmıştı.Yer yatağına sıralanmış uyuyan kız kardeşlerini uyandırmadan tahta pencerenin önüne oturdu Esma. Sabah ezanıyla irkildi. Aşağı doğru baktığında bir hareketlilik sezdi. Volta atmayı bırakan Osman çeşmenin yanına çökmüş gelecek haberi bekliyordu. Ebe ana derme çatma kulübeden Ümmü’nün doğurabilmesi için biraz daha gayret ediyordu. Çabaları sonuç veren ebe ana Ümmü’ye dönüp “Hadi gözün aydın kızım, bitti.” Sesi soluğu kesilen Ümmü, oğlan mı diye sorar gözlerle ebeye baktı. Eliyle bebeği ters tutup vuran ve ağlamasını sağlayan ebe ana, “Aman kızım, eli ayağı düzgün olsun yeter. Bakma sen onlara.” dedi demesine ama nasıl bakacaktı kocasının ve kaynanasının yüzüne? Suçluluk duygusu içinde yatakta kalakaldı. Ebe ana beyaz kundağa sardığı bebeği annesinin yanına bıraktı. Yanındaki kadınlara yardım etmelerini ve yavrucağın azıcık emivermesini söyledi.
Derme çatma kulübenin tahta kapısı gıcırdayarak açıldı.
Ebe ana ellerini silerek mahcup bir edayla Osman’a döndü.
“Müjde oğlum! Nur topu gibi bir kızın oldu. Sakın isyan etmeyesin! Allah’ın gücüne gider.”dedi.
yerinde oturan Osman elindeki kasketi sinirle sıktı. Dudaklarını kemirdi. Olduğu yerden kalktı, zorlukla cevap verdi:
-Ebe ana, bu sefer olacaktı. Bu sefer oğlan olacaktı.
-Hadi oğlum üzülme. Olan oldu artık. Kız evin neşesidir. Sakın Ümmü’ye kötü davranmaya kalkma! Zor bir doğum oldu. Yatsın birkaç gün yorma. Osman arkasını dönüp hışımla merdivenlerde çıktı.
“Kalk gız! Ananın yanına var. Senin gibi bi gız daha doğurmuş.” Ninesinin bu cümlesi ile başını koyduğu yastıktan korku ile kendine geldi Esma. Sevinçle yerinden fırladı.
-Doğru mu nine, annem iyi mi? Torunun yüzündeki sevince anlam veremeyen yaşlı kadın tükürür gibi cevap verdi:
-İyi iyi. Hiçbir şey olmaz ona. Bi oğlan torun veremedi bana. Ninesinin son sözlerini duymazdan gelen Esma koşarak annesinin yanına gitti. Sevinçle içeri girdi. Ellerine kapandı annesinin. Ebe ana ve komşu kadınlar gitmiş, Ümmü tek başına yatıyordu yerde. “Esma, kız kardeşin oldu yine.”dedi üzüntüyle. “Olsun anne. Sen iyisin ya. Bu yeter.”Diye karşılık verdi annesine. Yeni doğmuş kardeşinin başındaki tülbenti kaldırıp hayretle baktı. “Çok güzel. Tıpkı pamuk gibi. Üzülme anne. Yanlış düşünüyorsun. Evladın kızı erkeği olmaz. Hem biz okulda öğretmenim bizlere fen dersinde cinsiyetin babanın belirledğini söyledi. Yani oğlan değil kız doğduysa bunu babam belirledi. Tabi ben bu öğrendiklerimi ninemle babama anlatmaya çalışsam ortaya facia çıkar galiba.”diye güldü Esma. Annesinin yorgun yüzünde bir tebessüm oluştuğunu gören Esma konuşmasına devam etti:
-Hadi anne, toparlan. Kardeşimi de alıp eve çıkalım. Karnını doyur. Ben işleri hallederim.
-Esma, baban nerde kızım? Yanıma gelmedi de.
-Buralarda anne. Gelir yanına mutlaka. Altıncı çocuğunun erkek olacağına o kadar inandı ki. Hayal kırıklığına uğradı. Alışsın elbet gelecek.
Esma aklı başında, zeki bir kızdı. Köyün ortaokulunda son sınıfa gidiyordu. Annesine yardımcı oluyor, kardeşlerinin derslerine yardım ediyordu. Titreyen elleriyle sobanın üzerindeki bulgur çorbasına yağda kızarmış nane döktü. Evin ninesi kaynayan çorbayı karıştırıp ayağıyla yerde yatan torunlarını itekledi. “Hadi gızlar sabah oldu. Ananız bi gız daha doğurdu.” Heyecanla yataktan fırlayan kızlar birer birer annelerinin yanına koştu. Şimdi hepsi toplanmıştı. Ümmü, eşinin vefasızlığını kızlarının sevgisiyle tamamlıyordu. Yemeğe oturdular hep birlikte. Yerdeki tahta masanın üzerine çiçek desenli sofra örtüsü örtülmüştü. Sofranın ortasındaki tasta çorba, etrafında toplanan eller… Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Evdeki hava cenaze evinden farksızdı. Zar zor kendini toparlayan Ümmü yavaş yavaş normal işlerini yapmaya başlıyordu. Avluya çıkıp kazan kurdu. Odunları altına atıp yaktı. Kaynayan kazanda kirlenmiş çarşafları, bebeğin bezlerini kaynatıyordu. Canı hiçbir şey yapmak istemiyor, zorla ayakta duruyor, kaynanası ise yeni doğum yapmış geliniyle hiç konuşmuyordu. Ümmü’nün anne babası ölmüştü. Bir tane kardeşi vardı o da zaten İstanbul’a yerleşmişti. Geleni gideni arayanı soranı hiç kimsesi olmazdı. Ümmü kendi ailesini düşünürken tahta kapı açıldı. Üzerindeki zil sallandı. Gelen komşusu Huriye’ydi.
-Geçmiş olsun bacım. Hemen ayaklanmışsın. Daha dün doğurdun. Yat, biraz dinlen. Sana da yazık! Ümmü, Huriye’nin sözlerine karşılık;
-Bi şeycikler olmaz. İşleri kim yapacak? Çocukların yemeği, koyunların sağılması, çamaşırlar… Hepsi beni bekler. Kolayladım zaten. Bitti sayılır. Az hamur yoğurdum. Bizim Ayşe de gelecek. Çay demleyim laflarız biraz.
-Ümmü abla, senin kaynanan nerde.
-Pencere kenarında oturuyor. Suratı dokuz kat konuşmuyor benimle. Üstüne laf sokup duruyor.
-Boşver abla. Lohusasın sen. Sütün kesilir. Ses etme, üzülme. Huriye, Ümmü’yü teselli etmeye çalışırken bir yandan da işlere yardım etti. işler bitince yorgun argın eve doğru yürüdüler. Onlar eve vardıklarında diğer komşu Ayşe’de gelmişti. Ümmü’nün kaynanasına hal hatır sordu. “Nasılsın Dudu nene?” bunun üzerine “İyiyim gızım, sen de hosşgeldin.” derken üstü örtülü tahta beşiği yavaş yavaş sallıyordu. “Gözün aydın torunun doğdu.” Yerden gözünü kaldırmadan cevap vedi bu iyi dileğe “Oldu he, bi kız daha doğdu.” O sırada içeriye elinde çay ve kızarmış hamurla Ümmü girdi. Sessizce uyuyan bebeği aldı. Kaynanasının gözlerinin içine bakarak, “Emzireyim ana”dedi. Cevap alamadı. Kaynanası ayağa kalktı. Kaynanası ayağa kalktı. “Siz oturun ben dışarı çıkıyorum.” “Ama çayını içmedin ana.” “Canım istemiyor. Size afiyet olsun.” diyerek ağır adımlarla odadan uzaklaştı.
-Allah biliyor, ben de isterdim bi oğlum olmasını. Ümmü’nün bu sözleri üzerine sobanın üzerinde çay dolduran Ayşe cevap verdi:
-Allah’ın gücüne gitmesin abla ama bana vermiyor çocuk. Altı sene oldu. Kız da olsa erkek de olsa razıyım. Adım kısıra çıktı. İçmediğim kocakarı ilacı, gitmediğim hoca kalmadı. Kocam da soğudu benden. Belki üzerime başka kadın bile getirir. Kaynanam dün ilaç yapmış. Gece yatmadan önce içtim. Sabaha kadar kustum. Ayşe sözlerini bitirince gözlerinden süzülen yaş çiçekli iğne oyasına damlyordu.
-İçme öyle her bulduğunu. Allah korusun canına bi şey olur.
-Olsa da kurtulsam. Bıktım artık! Ümmü çayı tazelerken bileğindeki morlukları gördü. Soru dolu bakışlarla döndü komşusuna:
-Ne oldu senin bileğine? Dayak mı atıyor sana?
-Arada bir abla. İçtiği zaman kendini kaybediyor. Dün hırpaladı beni. Bi çocuk veremedin kısır karı diye vurdu abla. Gözyaşlarına engel olamayarak anlatmaya devam etti:
-Çok sevmiştik birbirimizi. Babam beni ona vermeyince kaçtık. Gidip derdimi anlatacak kimsem yok. Babama gidemem küs benimle. İşe çalışmaya gidiyorum. Para biriktiriyoruz. Sağlık ocağındaki ebe tüp bebek dedi. Onun için de para lazımmış. Sabah erken kalkıp ahırın işlerini bitirip mantar toplamaya ambara gidiyorum. Aldığım para da güzel ama elimden alıyor işte içmek için. İçince de olanlar oluyor.
-Kaynanan korumuyor mu seni?
-Yok abla hor görüyor o da. Çocuk olsun diye destek olup para vereceğine yeni avrat alırız sana dediğini duydum. Ümmü devam etti:
-Üzülme bacım Allah büyük. Dua et. Ben doğurdum da ne oldu? Kız oldu diye yüzüme bakan yok. Çaylarına hüzün katarak acılarını paylaştılar.
Sonbahar köyü sarmıştı. Ağaçlar; kırmızız sarı, yeşil renk cümbüşü... Göçmen kuşlar uçuyor, evlerin çatısında sobalar yanmış dumanlar tütüyordu. Köy meydanındaki büyük söğüt ağacının altında köy kahvesinin sobası yanıyor, tahta sandalyelerde , üzeri muşamba örtülü masalarda köy ahalisi oturuyordu. Çay kazanı kaynamış masalara çay servisi yapılıyor, sohbet koyulaşıyordu. Ekilen mahsül, kimin ne kaldırdığı tarla kiraları köyde olan olaylar konuşuluyordu. Derken Osman selam verip kapıdan içeri girdi. Kahve ahalisi "Gözün aydın Osman, bir kızın daha olmuş " dediler. Mahcup ve suçlu bir ifadeyle "Sağolun" diyebildi Osman. Arka masalardan alaylı sesler yükseldi. "Erkek adamın erkek çocuğu olur Osman" Söylenenleri duymazdan gelerek boş bulduğu bir sandalyeye adeta yığılır gibi oturdu. Kahveci ahaliye seslendi: "Dinleyin ağalar! Telefon geldi. Yarın okula yeni bi öğretmen gelecekmiş. Elimizden geleni yapalım yardımcı olalım. Kalacağı yeri köyden birkaç avrat ayarlayıp temizlesinler." Kahvede oturanlar söze karıştı: " Kim miş? Genç miymiş?" Kahveci merakları gidermek için cevap verdi: "Anasınıfı öğretmeni. Dert sınıf açıyor ya okullara. Öyle bir şey işte. Duyanlar duymayanlara söylesin." Kahveci sözlerini bitirip işine döndü. Kimi kendi arasında fısıldaştı, kimisi kağıt oynamaya devam ederken kimisi de çayını yudumladı.
Akşamın kızıllığı köyün üzerine çöküyor, çoban hayvanları otlatmadan getiriyordu. Evlerde inekler sağılıyor, bir yandan da akşam yemekleri pişiyordu.
Ümmü daha fazla suskun kalamayarak kocasına sordu:
-Neden konuşmuyorsun Osman? Yüzüme bile bakmıyorsun. Bebeği de görmedin. İki çift laf etmedin benimle. Karısının bu sözlerine sinirlenen Osman:
-Üzerime varma! Diye çıkıştı. Kahvede dalga geçtiler. Bi oğlan veremedin bana. Diyerek ağzındaki sigarayı yere atıp ayağıyla ezdi. Kocasının bu sözlerine karşı derin bir iç çekti Ümmü. Merdivenden çıkan kocasının arkasından bakakaldı. Yukarda Esma sofrayı hazırlamış tüm aile etrafında toplanmıştı. Sobanın gözünde ısıtılan ekmek iştahla yeniliyordu. Osman bugün kahvede duyduklarını anlatmaya başladı:
-Yarın köye yeni öğretmen gelecekmiş. Esma sevinçle babasına bakıp sordu:
-Yeni öğretmen mi?
-Kahvede muhtar söyledi bugün. Kadınmış. Gidin de yardım edin. Karı başına ne işi varsa buralarda! Diyerek kafasını salladı.
-Öyle deme baba. Doktor olduğumda onun gibi ben de gidicem uzaklara, insanlara faydalı olmak için. Osman, büyük kızına gözlerini devirip buz gibi baktı.
-Ne okuması gız. Hele bu sene okulu bitir daha da yok sana okul. Gız kısmısı evde oturur. Esma'nın boğazı düğümlenmiş lokmalar boğazında kalmıştı. "Tamam baba,"dedi. Ama sadece kavga çıkmasın diye. "Tamam baba."
Dantelle süslenmiş aynanın kenarları, renkli tesbihler, boyası dökülmüş kapılar, yolcuların sığmayan eşyalarının koyulduğu etrafı demirle çevrilmiş kasa ve eşyalar düşmesin diye urganla bağlanmış eşyalar. Eşyalar arasında köylünün alışık olmadığı renkli bavullar da vardı. Güneş, bulutlardan henüz yüzünü göstermişti. Dağların sisi yavaş yavaş çekiliyordu. Minibüs köy meydanına yanaştı. Yırt kot pantolonlu, siyah tişörtünün üzerinde deri montlu, saçları iki yandan örülü, yeşil gözlü, uzun boylu Neşe öğretmen minibüsten indi. Elinden sımsıkı tuttuğu oğlu Can, beresinin altından şaşkın gözlerle etrafına bakıyordu. Minibüsün üstündeki bir adamın sesiyle irkildi. "Abla, al bavullarını." Kahvenin camından öğretmeni gören muhtar, koşar adımlarla yanına geldi.
-Hoşgeldin öğretmen hanım.
-Hoşbulduk.
Kalacağınız yer hazır olana kadar Osmanlar'da kalırsınız. Muhtar uzaktan koşarak gelen Esma'yı gördü. "İşte şu kız, Osman'ın kızı. O sana kalacak yeri gösterir."
Esma yanlarında bitiverdi.
-Hoşgeldiniz öğretmenim.
-Hoşbulduk Esma.
Önde Esma, onun arkasında Neşe öğretmen ve oğlu en arka da yeni gelen öğretmenin bavullarını taşıyan köyün gençleri Osman'ın evine doğru yürümeye başladılar. Muhtar da onlara eşlik ediyordu. Muhtar bilgi vermeye başladı.
-Yeni sınıf için yazı geldi. Yakında malzeme de gelecekmiş öğretmen hanım. Ben milli eğitimle de konuştum. İçin rahat olsun. Caminin yanındaki iki odalı yerde kalacaksınız ama birkaç günlüğüne, orası hazır olana kadar Esmagil’de kalacaksınız. Yalnız mısınız kadın başınıza? Kocanız gelmedi mi sizinle? Çamurlu yollar ve sorular Neşe öğretmeni germişti.
–Sağol muhtar. Ama yalnız değilim. Oğlum Can var. Eve gelmişlerdi. Muhtar, “bi ihtiyacın olursa haber et.”diyerek uzaklaştı. Esma, muhtarın gitmesiyle konuşmaya başladı: “Gel öğretmenim.” Soğuktan çatlamış elleriyle evlerini işaret etti. “Burası bizim ev. Siz de bizim misafirimizsiniz. Annem de çok sevinecek. Adı Ümmü. Buyrun içeri girelim.” Tahta kapının gıcırtısından sonra zil sallandı. Ümmü avluda, tandırın başında ekmek yapıyordu. Esma sevinçle annesine seslendi: “Anne! Anne bak Neşe öğretmen geldi.” Ümmü ateşin başından kalkıp misafirinin yanına gitti. “Hoş geldin öğretmen hanım” ellerinde kalan hamuru ovuşturdu. Neşe bu kadının ateşte yaptığı şeye şaşırark cevap verdi. –Hoşbulduk, kolay gelsin. Bu ateşteki hamurlar külün içine düşmüyor mu? Eliniz yanmıyor mu Ümmü Hanım?
-Alıştık artık öğretmen hanım. Yıllardır bu evin ekmeğini ben pişiririm. Hadi yukarı çıkın. Çay olmuştur. Ben de peşinizden ekmekleri getiririm. Esma ve Neşe sessizce yukarı çıktılar.
Tahta sofra kurulmuş etrafında kalabalık toplanmıştı. Evdekiler hem yemek yiyor, hem de alttan alta öğretmeni süzüyorlardı. Neşe, evdeki bu kadar çocuğa şaşırarark sordu:
-Maşallah Ümmü Hanım. Allah bağışlasın. Hepsi senin çocukların mı? Zor olmuyor mu? Ev işi, avluda gördüğüm hayvanlar, ekmek, çamaşır, çocukların bakımı hepsini sen mi yapıyorsun? Nasıl yetişiyorsun? Eşiniz yardım ediyorduk ama mutlaka. Ümmü, Neşe’nin sorularına buruk bir tebessümle cevap verdi: -Köylük yer burası öğretmen hanım. Burada her işi kadın yapar.
–Ne garip! Biz ekmek almaya gitmeye bile üşeniyoruz. Neşe daha fazla konuşmadı. Sohbetin devamında çaylarını gülerek yudumladılar. Ümmü yan odayı öğretmen ve oğlu için hazırlamıştı. Gömme dolaptan çiçek işlemeli yastık, yün yorgan, ve yer yatağı çıkarmiş hepsini bir güzel sermişti. Neşe ise ev ahalisinin rahatlığına karşı tedirgindi. Bütün gün Neşe’nin bu hali Ümmü’nün gözünden kaçmamış gece herkes yataklarına çekildikten sonra sormuştu.
–Bak öğretmen hanım, sen benim kardeşimsin. Burası da senin evin. Sıkıntın varsa anlat derman bulalım. Oğlanın babası nerde. Yalnız başına buralara geldin. Yüzünden keder akıyor. Hadi anlat. Neşe, çoktan uyumuş olan oğlu uyanmasın diye fısıltıyla konuştu:
-Kaçtım abla. Dayanamadım. İlk fırsatta tayinimi isteyip geldim. Severek evlendik aslında. Gözümün içine bakıyordu. Ailemiz okul bitmeden evlenmemize karşı çıktı. Bundan sonrasını anlatmakta tereddüt etti.
–Devam et öğretmen hanım. Burda kimse sana zarar vermez. Kocam ketumdur ama merhametlidir. Bize sığınana yardım ederiz. Neşe, bu sözlere karşı rahatlamış ve anlatmaya devam etmişti.
–Neyse işte sevmiştik. O ara hamile olduğumu öğrendim. Dünyalar benim olmuştu. Ümmü’nün ağzı açık kaldı ama bir şey demedi.
–Bunun üzerine de evlendik. Küçük bir yuva kurduk. Hergün çiçekler, hediyeler alırdı bana. Bulutların üstündeydim anlayacağın. Can doğduktan sonra arttı bu sevgi. Ama sonra anlayamadığım şeyler oldu. İşinde yükseldi. Çok para kazanmaya başladı. Toplantı bahanesiyle akşamları da eve gelmemeye başladı. Evle ilgisini kesti. Oğlunu sevmeyi bıraktı. İçki, kumara kaptırdı bütün sevgisini ve parasını. Eve geldiği günler nerede olduğunu sorduğumda dövü ilk kez. Ufacık çocuğun gözleri önünde. Düşünsene abla güya çok seviyorduk. Ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Can hasta. Disleksi. Geç öğrenme sorunu var yani. Eliyle kırmızı bavulu gösterdi. O bavulda hep Can’ın eşyaları var. Renkli kutular, zeka oyunları, oyuncaklar… Babasına kalsa öyle kabul etmek gerekirmiş. Nasıl olsa öğrenemeyecekmiş. Okula bile gödermeye gerek yokmuş. En son kavga ettiğimizde Can’a aparat almak için biriktirdiğim parayı istedi. Vermedim. Bağırdı, çağırdı, çekti gitti. O gün karar verdim. Tayin işlerini hızlandırdım. Tası tarağı toplayıp geldim. İnşallah burada beni bulamaz. Korkuyorum abla. Biraz yerleşeyim boşanma davası da açacağım. Oğlumla birbirimize yeteriz. Bana zarar vermesinden de korkuyorum. Bana bir şey olursa oğlum ortada kalır. Ümmü Neşe’nin elinden anne şefkatiyle tuttu:
-Korkma sen. Buralarda bulamaz seni. Biz ne güne duruyoruz? Yat dinlen uzun yoldan geldin.
–Allah razı olsun sizden.
–Amin. Allah rahatlık versin. Ümmü odadan çıktı. Neşe sıkıntı içinde uyumaya çalıştı.
Gecenin karanlığını jandarmanın mavi ışıkları aydınlattı. Tepeden aşağı kıvrılan köy yolundan konvoy şeklinde köye giriyordu. Sessizliği sokağın başındaki evden gelen feryatlar bozdu. Fatma kadın dizlerine vurarark ağıt yakıyordu: “Yavrum, böyle mi gelecektin? Böyle mi olacaktı sonun!” Etrafında toplanan kalabalık kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Jandarmanın arabasının arkasında bir ambulans yanaşmıştı. Cenaze arabasının camında ellerini dayamış ağlayan baba vardı.
Seslere yüreği çarparak uyandı Neşe. Pencereye koştu. Bebeğini emziren Ümmü uyanıktı. Dışarıdaki kalabalığı görünce oraya gittiler. İki hemşire Fatma kadına sakinleştirici yaptı. Feryatları yavaşladı. “Benim kızım okuyordu. Ne sevgilisi? Sevgilisi bıçaklamış dediler. Kıtap, kalemle gezerdi o. Telefonda konuştuk. Sınavlarım var dedi. Ne sevgilisi?” sakinleştiricinin etkisiyle sayıklar gibi konuşuyordu Fatma kadın. Biraz sonra görevli elinde siyah bir poşetle çıkageldi. Yanındaki komşulara dönüp “Ölen kızının eşyaları siz verirsiniz,” dedi. Fatma kadın poşeti bağrına bastı. Ağıtlar sabah ezanına karıştı. Birkaç saat sonra köyde dedikodu yayılmıştı. “Duydun mu? Okumaya gidiyom demiş. Kızın peşinde biri varmış. Kabul etmemiş kız. Oğlan da konuşmak için parka çağırmış. Zeynep’de gitmiş. Bıçaklamış kaç yerinden. Oracıkta ölmüş kız. Kitabı, gözlüğü, çantası öylece kalmış.” Bu konuşmaların arasında sela verildi. Annesi acıyla kızının tabutuna çeyizi için işlediği kırmızı iğne oyasını serdi. Zeynep’in en sevdiği renkti kırmızı. Fatma kadın ayakta zor duruyor, ağlamaktan sesi kızılmış halde sadece yavrum diyebiliyordu. O gün toprağa verildi genç kız. Polis ve ifade işlemleriyle abileri ilgilenmişti. Başsağlığı ve meraktan köylüler evi hiç boş bırakmadı.
Ertesi hafta Neşe okula gitmiş, sınıfını açmıştı. Hepsinin umut dolu, pırıl pırıl bakışlarıyla karşılaştı. Ne çok hayali vardı hepsinin. Sınıftaki eksikleri not edip müdürün yanına gitti. Kapısını çalıp içeri girdi. “Kolay gelsin müdür bey. Sınıfımdaki eksikleri yazdım bu kağıda. Ne zamana kadar ne nasıl hallederiz?
” Müdür kafasını kaldırıp cevap verdi:
“Nelermiş o eksikler?”
“Boyama kitapları, kuru ve pastel boyalar… Okul öncesi için ne gerekiyorsa. Çok az eşya var. Olanlar da hep kırık dökük. Öğrenci sayısı da biraz az. Sınıfta 10 kişi var. Köyde daha çok çocuk vardı sanki.”
Kırtasiye malzemelerini hallederiz hoca hanım. Ama öğrenci sayısı için yapabileceğim bir şey yok. Okuma yazma öğrenmek için zor gönderiyorlar iki boyama yapmak için ne masraf ederler ne de anasınıfına göndeririler.”
“Ben tek tek gider ailelerle konuşurum. Göndermek zorundalar. En az ilkokul kadar önemli okul öncesi.”
“Siz bilirsiniz. Ben milli eğitime yazar, gerekli eşyaları isterim.” Neşe teşekkür ederek odadan çıktı.
Haftalar geçti, sonbahar yerini kış mevsimine bırakırken Neşe öğretmen sınıfa yirmi öğrenci toplayabilmişti. Neşe, kadınlarla konuşuyor, cesaret gösterip köy kahvelerine giderek erkeklerle konuşuyordu. Bazı erkekler ters konuşsa, bazı kadınlar suratına kapıyı çarpsa da Neşe kararlıydı. Eşlerine yardımcı olmalarını, kız çocuklarının okuması gerektiğini, kütüphane kuracaklarını bıkıp usanmadan anlatıyordu. Alaycı bakışlar, ters ters konuşmalara aldırış etmiyordu. Olumsuzluklara rağmen çalışmalar iyiye gidiyordu. Bu sırada Neşe düzenini kurmuştu. Muhtarın bahsettiği yeri boyayıp kireçlemişler birkaç eşya alıp küçük bir dünya kurmuştu. Milli eğitimden oyuncaklar gelene kadar Ümmü’yle birlikte oyuncak dikiyorlardı. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Oğlu Can yanındaydı. Arada bir ilçeye iniyor eksikleri alıp geri dönüyordu. Ama içindeki korku hiç bitmiyordu. Eski eşiyle her telefon görüşmesinde ettikleri kavga ve onun “Ya benimsi ya kara toprağın” sesi aklına geldikçe bedeni buz gibi oluyordu. Birkaç hafta sonra Osman Ümmü’yü yanına çağırdı:
“Ümmü! Avrat nirdesin?” ses avluda yankılandı. Ümmü koşar adımlarla merdivenden indi.
“Buyur bey!”
“Akşama misafir var. Hazırlık yapın. Esma nerde? Güzel bi şeyler giydir üstüne. Berdel verecem onu. Hüseyin Ağa’nın kız kardeşini kendime alıp ağaya Esma’yı verecem. Bi oğlan doğuaramadın. Ben de ikinci avradı alıyom.” Ümmü şok olmuş bir şekilde Osman’ı dinlerken kaynanası zevkten dört köşe Osman’a bakıyordu. “Bana bakma bey! İstersen beşinci avradı al. Kızıma kıyma. O daha küçük. Okulu var.” Ümmü Osman’ın ayaklarına kapanmış ağlıyordu. Osman sinirle kadını ileri doğru itti. “ Yeter! Canıma doyurdun. Ben düşündüm. En güzeli böyle olması. Kız gelinlik çağına girdi. Namusuyla gelin edelim.” Bir kenarda elini yüzünü silen Ümmü ağlamaya devam ederken Neşe ve Esma içeri girdi. Konuşulanları duymuşlardı. Osman’ın söylediklerine sinirlenen Neşe, sesini yükselterek konuşmaya başladı. “Kendine gel Osman abi. Aylardır bana kol kanat gerdin, ekmeğini yedim. Sağol ama buna kayıtsız kalamam. Hüseyin Ağa Esma’nın dedesi yaşında nasıl yaparsın bunu!” diyerek çıkıştı. Osman tütününden bir nefes çekerek cevap verdi. “Sen karışma hoca hanım. Sizin kitaplarınızda yazmaz bunlar.” Neşe sinirle cevap verdi. “Öyle mi Osman abi. Ben de seni jandarmaya ihbar ederim. Daha reşit olmamış kız. Alırlar elinden bir daha yüzünü bile göremezsin.” Osman aynı sinirle cevap verdi. “O zaman ben de aylardır saklandığın kocana yerini söylerim.”
“Yapamazsın abi.”
“Sen yapmazsan ben de yapmam!”
Avluda buz gibi bir hava esti. Neşe, Osman’a hayal kırıklığıyla baktı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Çaresizce Can’ın elinden tutup evine doğru ilerledi. Sabaha kadar gözüne gram uyku girmeden pencere kenarında oturdu. Sabah olunca okula gitti. Gece yağan yağmurdan sonra yerler çamur olmuştu. Okula girerken öğrencilere ayaklarını pas pasa silmelerini söyledi. Zil çalmış öğretmenler sınıflarında ders yapıyorlardı. Müdür, yaptığı telefon görüşmesinin ardından Neşe’yi yanına çağırdı. Telefon onaydı. Neşe, elleri titreyerek ahizeyi kaldırdı. Arayan üniversiteden arkadaşıydı. “Alo Neşe! Kocan yerini bulmuş. Ben söylemedim. Nasıl bulduğunu da bilmiyorum. Çok araştırmış. Oraya, köye geliyor haberin olsun.” Neşe kuru bir teşekkürle telefonu kapattı. Sessizce müdürün odasından çıkıp sınıfına gitti. Güneş batana kadar da ayrılmadı okuldan. Gözü sürekli ilçeye giden yoldaydı. Osman’ın söylediğini düşünüyor, ne olacaksa olsun diye içinden geçiriyordu. Daha fazla okulda duramayacağını bildiğinden okuldan çıkmak için toparlandı. Okulun kapısına vardığında siyah uzun bir araba gördü. Şaşkınlıkla arabaya bakarken arabadan takım elbiseli, siyah ayakkabılı bir beyefendi indi. Yorgun gözlerle etrafı inceledi. Merdivenlerde duran Neşe’ye baktı. “Neşe, aylardır seni arıyorum. Çok pişmanım. Affet beni. Çok seviyorum seni. Oğlumu ve seni çok özledim. Bana inanmıyorsan bak kimi getirdim.” Bu defa arabadan kırmızı montlu bir kadın indi. Neşe’nin annesi. Anne kız birbirine koşup ağlayarak sarıldı. Neşe’nin eşi anlatmaya devam ediyordu. “Ne olur Neşe. Annen de inandı bana. Bir şans daha istiyorum sadece. Yeniden başlayalım. Kumarı, içkiyi hepsini bıraktım.” Okulun ihtiyaçları varmış. Hepsini aldım. Arkadaki kamyonu işaret etti. Yalvarır gözlerle bir demet gül uzattı Neşe’ye. Neşe şaşkınlıkla kocasına baktı. Hiçbir şey söylemeden ağlayarak sarıldı kocasına. Uzun uzun sarıldılar. Neşe telefona sarılıp jandarmayı aradı. Esma’nın durumunu bir bir anlattı. Neşe yeni bir hayata adım atarken gece olmuştu. Neşe’nin evine gittiler. Ümmü’yü de çağırıp tanıştılar. Onlar çaylarını yudumlarken köyün karanlığını jandarmanın ışıkları aydınlatıyor, Esma yeni bir hayata başlıyordu.
Esma okulunu bırakmadı. Okudu ve doktor oldu. Ümmü’nün kocası 2. Evliliğini yaptı. Evlendiği kadından bir çocuğu oldu. Hem de tam istediği gibi erkek. Ama çocuk engelli dünyaya geldi. Ümmü çocuğa çok üzüldü. Kocasına da üzüldü. Allah’ın gücüne gittiğini düşündü. Kız çocuğu oldu diye ona yapmadığını bırakmamıştı.
Kocası da aslında hatasının farkına varmıştı. Ama Allah onu erkek evladı ile sınamış, büyük bir ders vermişti. Esma doktor olunca kendine bir klinik açtı. Üvey kardeşi ile o ilgilendi. Onun tedavisini hep o yapıyor, daha sağlıklı yaşaması için elinden geleni yapıyordu. Esma’nın babası ise büyük bir mahcubiyet duyuyordu.
Çünkü ikinci evliliğinden sonra kızları ile ilgilenmemiş, onları kendi başlarına bırakmıştı. Ama Esma babasının cahilliğine hiç aldırış etmeden üvey kardeşi ile ilgilendi. Ümmü ise çocuklarını tek başına bırakmadı. Evlenmedi. Hayatını çocuklarına adadı, hepsini okuttu ve meslek sahibi yaptı.
Allah 6 kız verdi diye asla isyan etmedi. Evladın cinsiyeti olmaz diyerek onları bağrına bastı. Ve kazanan Ümmü oldu…
“Beş kız beş. Bi oğlan doğuramadı şu gelin. Sana dedim Fatma’yı alalım diye. Ama yok ayak diredin. İlle de gittin Ümmü’yü aldın. Bak ne oldu sonra? Fatma dört tane oğlan verdi erine. Sen daha bu kafayla çok volta atarsın kapılarda!” Osman yere çöktü. Siyah poşetten bir tutam tütün daha alıp titreyen dudaklarıyla kağıdı ıslattı. Sardı ve yaktı. Bir nefes çektikten sonra döndü:
“Ana, gurban olayım yeter! Bari bugün şu çenen dursun!” diyerek çıkıştı sandalyedeki kocakarıya. Sonbaharın ayazı çöktü geceye. Ebe nine derme çatma kulübenin kapısını aralayıp seslendi: “Osman, büyük kıza söyle sıcak su getirsin. Doğum zor olacak.” der demez telaşla kapıyı kapattı. Osman gerisin geri kızına seslendi. “Esma, gız Esma! Koş!” Pencereden heyecanla aşağıya bakan kız, babasını duyunca koşarak yanına gitti.
“Buyur baba” “
Ebe ana sıcak su istiyor. Git hemen ısıt suyu. Hadi bakma öyle. Koş!” Esma annesi için ağlayarak ikişer ikişer çıktı merdivenlerden. Yanan sobanın üzerindeki güğümden sıcak su aldı. Koşarak ebe ananın yanına gitti. Kapının arasından sıcak suyu uzatırken annesinin gözlerini gördü.
“Burdayız anne, dua ediyorum sa…” demeye kalmadan kapı yüzüne örtüldü. “Allahım nolur beni annesiz bırakma” diye içinden dualar ederek kardeşlerinin yanına gitti. Elleriyle evin balkonundaki teneke yağ kutularına ekilmiş çiçeklere dokundu. Islaktı çiçekler. Üzerlerine eğilip “Siz de ağladnız mı?”diye sordu. Reyhana gezdirdi ellerini. Gözlerini kapattı. “Aynı annem gibi kokuyor. Allahım anneme yardım et” derken gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Yağmurdan ıslanmış tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Odanın atrafı sedirlerle çevrili, sedirlerin etrafı hasır yastıklar, üzerinde işlenmiş kırlentler, yerde elde dokuma kilimler, kapı girişi temiz kalsın diye serilen muşamba, odanın etrafını dolanan soba boruları… Soba borularına telle bağlanmış teneke kutular, yerlere is dökülmesin diye önlem amaçlı bağlanmıştı. El işi dolap üzerinde süs eşyaları, dolabın içindeki siyah beyaz televizyonu ancak dolap kapaklarını açınca görebilirdiniz. Kuzine soba ağır ağır yanıyor, odanın kireçli duvarlarına sarı ışıklar vuruyordu. Yıkanıp kenarlarına kulp takılmış teneke kutular sıcak su için sobanın üzerindeydi. Duvardan akan is, yılan gibi kıvrılarak sedir yastığının altına kadar akmıştı.Yer yatağına sıralanmış uyuyan kız kardeşlerini uyandırmadan tahta pencerenin önüne oturdu Esma. Sabah ezanıyla irkildi. Aşağı doğru baktığında bir hareketlilik sezdi. Volta atmayı bırakan Osman çeşmenin yanına çökmüş gelecek haberi bekliyordu. Ebe ana derme çatma kulübeden Ümmü’nün doğurabilmesi için biraz daha gayret ediyordu. Çabaları sonuç veren ebe ana Ümmü’ye dönüp “Hadi gözün aydın kızım, bitti.” Sesi soluğu kesilen Ümmü, oğlan mı diye sorar gözlerle ebeye baktı. Eliyle bebeği ters tutup vuran ve ağlamasını sağlayan ebe ana, “Aman kızım, eli ayağı düzgün olsun yeter. Bakma sen onlara.” dedi demesine ama nasıl bakacaktı kocasının ve kaynanasının yüzüne? Suçluluk duygusu içinde yatakta kalakaldı. Ebe ana beyaz kundağa sardığı bebeği annesinin yanına bıraktı. Yanındaki kadınlara yardım etmelerini ve yavrucağın azıcık emivermesini söyledi.
Derme çatma kulübenin tahta kapısı gıcırdayarak açıldı.
Ebe ana ellerini silerek mahcup bir edayla Osman’a döndü.
“Müjde oğlum! Nur topu gibi bir kızın oldu. Sakın isyan etmeyesin! Allah’ın gücüne gider.”dedi.
yerinde oturan Osman elindeki kasketi sinirle sıktı. Dudaklarını kemirdi. Olduğu yerden kalktı, zorlukla cevap verdi:
-Ebe ana, bu sefer olacaktı. Bu sefer oğlan olacaktı.
-Hadi oğlum üzülme. Olan oldu artık. Kız evin neşesidir. Sakın Ümmü’ye kötü davranmaya kalkma! Zor bir doğum oldu. Yatsın birkaç gün yorma. Osman arkasını dönüp hışımla merdivenlerde çıktı.
“Kalk gız! Ananın yanına var. Senin gibi bi gız daha doğurmuş.” Ninesinin bu cümlesi ile başını koyduğu yastıktan korku ile kendine geldi Esma. Sevinçle yerinden fırladı.
-Doğru mu nine, annem iyi mi? Torunun yüzündeki sevince anlam veremeyen yaşlı kadın tükürür gibi cevap verdi:
-İyi iyi. Hiçbir şey olmaz ona. Bi oğlan torun veremedi bana. Ninesinin son sözlerini duymazdan gelen Esma koşarak annesinin yanına gitti. Sevinçle içeri girdi. Ellerine kapandı annesinin. Ebe ana ve komşu kadınlar gitmiş, Ümmü tek başına yatıyordu yerde. “Esma, kız kardeşin oldu yine.”dedi üzüntüyle. “Olsun anne. Sen iyisin ya. Bu yeter.”Diye karşılık verdi annesine. Yeni doğmuş kardeşinin başındaki tülbenti kaldırıp hayretle baktı. “Çok güzel. Tıpkı pamuk gibi. Üzülme anne. Yanlış düşünüyorsun. Evladın kızı erkeği olmaz. Hem biz okulda öğretmenim bizlere fen dersinde cinsiyetin babanın belirledğini söyledi. Yani oğlan değil kız doğduysa bunu babam belirledi. Tabi ben bu öğrendiklerimi ninemle babama anlatmaya çalışsam ortaya facia çıkar galiba.”diye güldü Esma. Annesinin yorgun yüzünde bir tebessüm oluştuğunu gören Esma konuşmasına devam etti:
-Hadi anne, toparlan. Kardeşimi de alıp eve çıkalım. Karnını doyur. Ben işleri hallederim.
-Esma, baban nerde kızım? Yanıma gelmedi de.
-Buralarda anne. Gelir yanına mutlaka. Altıncı çocuğunun erkek olacağına o kadar inandı ki. Hayal kırıklığına uğradı. Alışsın elbet gelecek.
Esma aklı başında, zeki bir kızdı. Köyün ortaokulunda son sınıfa gidiyordu. Annesine yardımcı oluyor, kardeşlerinin derslerine yardım ediyordu. Titreyen elleriyle sobanın üzerindeki bulgur çorbasına yağda kızarmış nane döktü. Evin ninesi kaynayan çorbayı karıştırıp ayağıyla yerde yatan torunlarını itekledi. “Hadi gızlar sabah oldu. Ananız bi gız daha doğurdu.” Heyecanla yataktan fırlayan kızlar birer birer annelerinin yanına koştu. Şimdi hepsi toplanmıştı. Ümmü, eşinin vefasızlığını kızlarının sevgisiyle tamamlıyordu. Yemeğe oturdular hep birlikte. Yerdeki tahta masanın üzerine çiçek desenli sofra örtüsü örtülmüştü. Sofranın ortasındaki tasta çorba, etrafında toplanan eller… Kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Evdeki hava cenaze evinden farksızdı. Zar zor kendini toparlayan Ümmü yavaş yavaş normal işlerini yapmaya başlıyordu. Avluya çıkıp kazan kurdu. Odunları altına atıp yaktı. Kaynayan kazanda kirlenmiş çarşafları, bebeğin bezlerini kaynatıyordu. Canı hiçbir şey yapmak istemiyor, zorla ayakta duruyor, kaynanası ise yeni doğum yapmış geliniyle hiç konuşmuyordu. Ümmü’nün anne babası ölmüştü. Bir tane kardeşi vardı o da zaten İstanbul’a yerleşmişti. Geleni gideni arayanı soranı hiç kimsesi olmazdı. Ümmü kendi ailesini düşünürken tahta kapı açıldı. Üzerindeki zil sallandı. Gelen komşusu Huriye’ydi.
-Geçmiş olsun bacım. Hemen ayaklanmışsın. Daha dün doğurdun. Yat, biraz dinlen. Sana da yazık! Ümmü, Huriye’nin sözlerine karşılık;
-Bi şeycikler olmaz. İşleri kim yapacak? Çocukların yemeği, koyunların sağılması, çamaşırlar… Hepsi beni bekler. Kolayladım zaten. Bitti sayılır. Az hamur yoğurdum. Bizim Ayşe de gelecek. Çay demleyim laflarız biraz.
-Ümmü abla, senin kaynanan nerde.
-Pencere kenarında oturuyor. Suratı dokuz kat konuşmuyor benimle. Üstüne laf sokup duruyor.
-Boşver abla. Lohusasın sen. Sütün kesilir. Ses etme, üzülme. Huriye, Ümmü’yü teselli etmeye çalışırken bir yandan da işlere yardım etti. işler bitince yorgun argın eve doğru yürüdüler. Onlar eve vardıklarında diğer komşu Ayşe’de gelmişti. Ümmü’nün kaynanasına hal hatır sordu. “Nasılsın Dudu nene?” bunun üzerine “İyiyim gızım, sen de hosşgeldin.” derken üstü örtülü tahta beşiği yavaş yavaş sallıyordu. “Gözün aydın torunun doğdu.” Yerden gözünü kaldırmadan cevap vedi bu iyi dileğe “Oldu he, bi kız daha doğdu.” O sırada içeriye elinde çay ve kızarmış hamurla Ümmü girdi. Sessizce uyuyan bebeği aldı. Kaynanasının gözlerinin içine bakarak, “Emzireyim ana”dedi. Cevap alamadı. Kaynanası ayağa kalktı. Kaynanası ayağa kalktı. “Siz oturun ben dışarı çıkıyorum.” “Ama çayını içmedin ana.” “Canım istemiyor. Size afiyet olsun.” diyerek ağır adımlarla odadan uzaklaştı.
-Allah biliyor, ben de isterdim bi oğlum olmasını. Ümmü’nün bu sözleri üzerine sobanın üzerinde çay dolduran Ayşe cevap verdi:
-Allah’ın gücüne gitmesin abla ama bana vermiyor çocuk. Altı sene oldu. Kız da olsa erkek de olsa razıyım. Adım kısıra çıktı. İçmediğim kocakarı ilacı, gitmediğim hoca kalmadı. Kocam da soğudu benden. Belki üzerime başka kadın bile getirir. Kaynanam dün ilaç yapmış. Gece yatmadan önce içtim. Sabaha kadar kustum. Ayşe sözlerini bitirince gözlerinden süzülen yaş çiçekli iğne oyasına damlyordu.
-İçme öyle her bulduğunu. Allah korusun canına bi şey olur.
-Olsa da kurtulsam. Bıktım artık! Ümmü çayı tazelerken bileğindeki morlukları gördü. Soru dolu bakışlarla döndü komşusuna:
-Ne oldu senin bileğine? Dayak mı atıyor sana?
-Arada bir abla. İçtiği zaman kendini kaybediyor. Dün hırpaladı beni. Bi çocuk veremedin kısır karı diye vurdu abla. Gözyaşlarına engel olamayarak anlatmaya devam etti:
-Çok sevmiştik birbirimizi. Babam beni ona vermeyince kaçtık. Gidip derdimi anlatacak kimsem yok. Babama gidemem küs benimle. İşe çalışmaya gidiyorum. Para biriktiriyoruz. Sağlık ocağındaki ebe tüp bebek dedi. Onun için de para lazımmış. Sabah erken kalkıp ahırın işlerini bitirip mantar toplamaya ambara gidiyorum. Aldığım para da güzel ama elimden alıyor işte içmek için. İçince de olanlar oluyor.
-Kaynanan korumuyor mu seni?
-Yok abla hor görüyor o da. Çocuk olsun diye destek olup para vereceğine yeni avrat alırız sana dediğini duydum. Ümmü devam etti:
-Üzülme bacım Allah büyük. Dua et. Ben doğurdum da ne oldu? Kız oldu diye yüzüme bakan yok. Çaylarına hüzün katarak acılarını paylaştılar.
Sonbahar köyü sarmıştı. Ağaçlar; kırmızız sarı, yeşil renk cümbüşü... Göçmen kuşlar uçuyor, evlerin çatısında sobalar yanmış dumanlar tütüyordu. Köy meydanındaki büyük söğüt ağacının altında köy kahvesinin sobası yanıyor, tahta sandalyelerde , üzeri muşamba örtülü masalarda köy ahalisi oturuyordu. Çay kazanı kaynamış masalara çay servisi yapılıyor, sohbet koyulaşıyordu. Ekilen mahsül, kimin ne kaldırdığı tarla kiraları köyde olan olaylar konuşuluyordu. Derken Osman selam verip kapıdan içeri girdi. Kahve ahalisi "Gözün aydın Osman, bir kızın daha olmuş " dediler. Mahcup ve suçlu bir ifadeyle "Sağolun" diyebildi Osman. Arka masalardan alaylı sesler yükseldi. "Erkek adamın erkek çocuğu olur Osman" Söylenenleri duymazdan gelerek boş bulduğu bir sandalyeye adeta yığılır gibi oturdu. Kahveci ahaliye seslendi: "Dinleyin ağalar! Telefon geldi. Yarın okula yeni bi öğretmen gelecekmiş. Elimizden geleni yapalım yardımcı olalım. Kalacağı yeri köyden birkaç avrat ayarlayıp temizlesinler." Kahvede oturanlar söze karıştı: " Kim miş? Genç miymiş?" Kahveci merakları gidermek için cevap verdi: "Anasınıfı öğretmeni. Dert sınıf açıyor ya okullara. Öyle bir şey işte. Duyanlar duymayanlara söylesin." Kahveci sözlerini bitirip işine döndü. Kimi kendi arasında fısıldaştı, kimisi kağıt oynamaya devam ederken kimisi de çayını yudumladı.
Akşamın kızıllığı köyün üzerine çöküyor, çoban hayvanları otlatmadan getiriyordu. Evlerde inekler sağılıyor, bir yandan da akşam yemekleri pişiyordu.
Ümmü daha fazla suskun kalamayarak kocasına sordu:
-Neden konuşmuyorsun Osman? Yüzüme bile bakmıyorsun. Bebeği de görmedin. İki çift laf etmedin benimle. Karısının bu sözlerine sinirlenen Osman:
-Üzerime varma! Diye çıkıştı. Kahvede dalga geçtiler. Bi oğlan veremedin bana. Diyerek ağzındaki sigarayı yere atıp ayağıyla ezdi. Kocasının bu sözlerine karşı derin bir iç çekti Ümmü. Merdivenden çıkan kocasının arkasından bakakaldı. Yukarda Esma sofrayı hazırlamış tüm aile etrafında toplanmıştı. Sobanın gözünde ısıtılan ekmek iştahla yeniliyordu. Osman bugün kahvede duyduklarını anlatmaya başladı:
-Yarın köye yeni öğretmen gelecekmiş. Esma sevinçle babasına bakıp sordu:
-Yeni öğretmen mi?
-Kahvede muhtar söyledi bugün. Kadınmış. Gidin de yardım edin. Karı başına ne işi varsa buralarda! Diyerek kafasını salladı.
-Öyle deme baba. Doktor olduğumda onun gibi ben de gidicem uzaklara, insanlara faydalı olmak için. Osman, büyük kızına gözlerini devirip buz gibi baktı.
-Ne okuması gız. Hele bu sene okulu bitir daha da yok sana okul. Gız kısmısı evde oturur. Esma'nın boğazı düğümlenmiş lokmalar boğazında kalmıştı. "Tamam baba,"dedi. Ama sadece kavga çıkmasın diye. "Tamam baba."
Dantelle süslenmiş aynanın kenarları, renkli tesbihler, boyası dökülmüş kapılar, yolcuların sığmayan eşyalarının koyulduğu etrafı demirle çevrilmiş kasa ve eşyalar düşmesin diye urganla bağlanmış eşyalar. Eşyalar arasında köylünün alışık olmadığı renkli bavullar da vardı. Güneş, bulutlardan henüz yüzünü göstermişti. Dağların sisi yavaş yavaş çekiliyordu. Minibüs köy meydanına yanaştı. Yırt kot pantolonlu, siyah tişörtünün üzerinde deri montlu, saçları iki yandan örülü, yeşil gözlü, uzun boylu Neşe öğretmen minibüsten indi. Elinden sımsıkı tuttuğu oğlu Can, beresinin altından şaşkın gözlerle etrafına bakıyordu. Minibüsün üstündeki bir adamın sesiyle irkildi. "Abla, al bavullarını." Kahvenin camından öğretmeni gören muhtar, koşar adımlarla yanına geldi.
-Hoşgeldin öğretmen hanım.
-Hoşbulduk.
Kalacağınız yer hazır olana kadar Osmanlar'da kalırsınız. Muhtar uzaktan koşarak gelen Esma'yı gördü. "İşte şu kız, Osman'ın kızı. O sana kalacak yeri gösterir."
Esma yanlarında bitiverdi.
-Hoşgeldiniz öğretmenim.
-Hoşbulduk Esma.
Önde Esma, onun arkasında Neşe öğretmen ve oğlu en arka da yeni gelen öğretmenin bavullarını taşıyan köyün gençleri Osman'ın evine doğru yürümeye başladılar. Muhtar da onlara eşlik ediyordu. Muhtar bilgi vermeye başladı.
-Yeni sınıf için yazı geldi. Yakında malzeme de gelecekmiş öğretmen hanım. Ben milli eğitimle de konuştum. İçin rahat olsun. Caminin yanındaki iki odalı yerde kalacaksınız ama birkaç günlüğüne, orası hazır olana kadar Esmagil’de kalacaksınız. Yalnız mısınız kadın başınıza? Kocanız gelmedi mi sizinle? Çamurlu yollar ve sorular Neşe öğretmeni germişti.
–Sağol muhtar. Ama yalnız değilim. Oğlum Can var. Eve gelmişlerdi. Muhtar, “bi ihtiyacın olursa haber et.”diyerek uzaklaştı. Esma, muhtarın gitmesiyle konuşmaya başladı: “Gel öğretmenim.” Soğuktan çatlamış elleriyle evlerini işaret etti. “Burası bizim ev. Siz de bizim misafirimizsiniz. Annem de çok sevinecek. Adı Ümmü. Buyrun içeri girelim.” Tahta kapının gıcırtısından sonra zil sallandı. Ümmü avluda, tandırın başında ekmek yapıyordu. Esma sevinçle annesine seslendi: “Anne! Anne bak Neşe öğretmen geldi.” Ümmü ateşin başından kalkıp misafirinin yanına gitti. “Hoş geldin öğretmen hanım” ellerinde kalan hamuru ovuşturdu. Neşe bu kadının ateşte yaptığı şeye şaşırark cevap verdi. –Hoşbulduk, kolay gelsin. Bu ateşteki hamurlar külün içine düşmüyor mu? Eliniz yanmıyor mu Ümmü Hanım?
-Alıştık artık öğretmen hanım. Yıllardır bu evin ekmeğini ben pişiririm. Hadi yukarı çıkın. Çay olmuştur. Ben de peşinizden ekmekleri getiririm. Esma ve Neşe sessizce yukarı çıktılar.
Tahta sofra kurulmuş etrafında kalabalık toplanmıştı. Evdekiler hem yemek yiyor, hem de alttan alta öğretmeni süzüyorlardı. Neşe, evdeki bu kadar çocuğa şaşırarark sordu:
-Maşallah Ümmü Hanım. Allah bağışlasın. Hepsi senin çocukların mı? Zor olmuyor mu? Ev işi, avluda gördüğüm hayvanlar, ekmek, çamaşır, çocukların bakımı hepsini sen mi yapıyorsun? Nasıl yetişiyorsun? Eşiniz yardım ediyorduk ama mutlaka. Ümmü, Neşe’nin sorularına buruk bir tebessümle cevap verdi: -Köylük yer burası öğretmen hanım. Burada her işi kadın yapar.
–Ne garip! Biz ekmek almaya gitmeye bile üşeniyoruz. Neşe daha fazla konuşmadı. Sohbetin devamında çaylarını gülerek yudumladılar. Ümmü yan odayı öğretmen ve oğlu için hazırlamıştı. Gömme dolaptan çiçek işlemeli yastık, yün yorgan, ve yer yatağı çıkarmiş hepsini bir güzel sermişti. Neşe ise ev ahalisinin rahatlığına karşı tedirgindi. Bütün gün Neşe’nin bu hali Ümmü’nün gözünden kaçmamış gece herkes yataklarına çekildikten sonra sormuştu.
–Bak öğretmen hanım, sen benim kardeşimsin. Burası da senin evin. Sıkıntın varsa anlat derman bulalım. Oğlanın babası nerde. Yalnız başına buralara geldin. Yüzünden keder akıyor. Hadi anlat. Neşe, çoktan uyumuş olan oğlu uyanmasın diye fısıltıyla konuştu:
-Kaçtım abla. Dayanamadım. İlk fırsatta tayinimi isteyip geldim. Severek evlendik aslında. Gözümün içine bakıyordu. Ailemiz okul bitmeden evlenmemize karşı çıktı. Bundan sonrasını anlatmakta tereddüt etti.
–Devam et öğretmen hanım. Burda kimse sana zarar vermez. Kocam ketumdur ama merhametlidir. Bize sığınana yardım ederiz. Neşe, bu sözlere karşı rahatlamış ve anlatmaya devam etmişti.
–Neyse işte sevmiştik. O ara hamile olduğumu öğrendim. Dünyalar benim olmuştu. Ümmü’nün ağzı açık kaldı ama bir şey demedi.
–Bunun üzerine de evlendik. Küçük bir yuva kurduk. Hergün çiçekler, hediyeler alırdı bana. Bulutların üstündeydim anlayacağın. Can doğduktan sonra arttı bu sevgi. Ama sonra anlayamadığım şeyler oldu. İşinde yükseldi. Çok para kazanmaya başladı. Toplantı bahanesiyle akşamları da eve gelmemeye başladı. Evle ilgisini kesti. Oğlunu sevmeyi bıraktı. İçki, kumara kaptırdı bütün sevgisini ve parasını. Eve geldiği günler nerede olduğunu sorduğumda dövü ilk kez. Ufacık çocuğun gözleri önünde. Düşünsene abla güya çok seviyorduk. Ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Can hasta. Disleksi. Geç öğrenme sorunu var yani. Eliyle kırmızı bavulu gösterdi. O bavulda hep Can’ın eşyaları var. Renkli kutular, zeka oyunları, oyuncaklar… Babasına kalsa öyle kabul etmek gerekirmiş. Nasıl olsa öğrenemeyecekmiş. Okula bile gödermeye gerek yokmuş. En son kavga ettiğimizde Can’a aparat almak için biriktirdiğim parayı istedi. Vermedim. Bağırdı, çağırdı, çekti gitti. O gün karar verdim. Tayin işlerini hızlandırdım. Tası tarağı toplayıp geldim. İnşallah burada beni bulamaz. Korkuyorum abla. Biraz yerleşeyim boşanma davası da açacağım. Oğlumla birbirimize yeteriz. Bana zarar vermesinden de korkuyorum. Bana bir şey olursa oğlum ortada kalır. Ümmü Neşe’nin elinden anne şefkatiyle tuttu:
-Korkma sen. Buralarda bulamaz seni. Biz ne güne duruyoruz? Yat dinlen uzun yoldan geldin.
–Allah razı olsun sizden.
–Amin. Allah rahatlık versin. Ümmü odadan çıktı. Neşe sıkıntı içinde uyumaya çalıştı.
Gecenin karanlığını jandarmanın mavi ışıkları aydınlattı. Tepeden aşağı kıvrılan köy yolundan konvoy şeklinde köye giriyordu. Sessizliği sokağın başındaki evden gelen feryatlar bozdu. Fatma kadın dizlerine vurarark ağıt yakıyordu: “Yavrum, böyle mi gelecektin? Böyle mi olacaktı sonun!” Etrafında toplanan kalabalık kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Jandarmanın arabasının arkasında bir ambulans yanaşmıştı. Cenaze arabasının camında ellerini dayamış ağlayan baba vardı.
Seslere yüreği çarparak uyandı Neşe. Pencereye koştu. Bebeğini emziren Ümmü uyanıktı. Dışarıdaki kalabalığı görünce oraya gittiler. İki hemşire Fatma kadına sakinleştirici yaptı. Feryatları yavaşladı. “Benim kızım okuyordu. Ne sevgilisi? Sevgilisi bıçaklamış dediler. Kıtap, kalemle gezerdi o. Telefonda konuştuk. Sınavlarım var dedi. Ne sevgilisi?” sakinleştiricinin etkisiyle sayıklar gibi konuşuyordu Fatma kadın. Biraz sonra görevli elinde siyah bir poşetle çıkageldi. Yanındaki komşulara dönüp “Ölen kızının eşyaları siz verirsiniz,” dedi. Fatma kadın poşeti bağrına bastı. Ağıtlar sabah ezanına karıştı. Birkaç saat sonra köyde dedikodu yayılmıştı. “Duydun mu? Okumaya gidiyom demiş. Kızın peşinde biri varmış. Kabul etmemiş kız. Oğlan da konuşmak için parka çağırmış. Zeynep’de gitmiş. Bıçaklamış kaç yerinden. Oracıkta ölmüş kız. Kitabı, gözlüğü, çantası öylece kalmış.” Bu konuşmaların arasında sela verildi. Annesi acıyla kızının tabutuna çeyizi için işlediği kırmızı iğne oyasını serdi. Zeynep’in en sevdiği renkti kırmızı. Fatma kadın ayakta zor duruyor, ağlamaktan sesi kızılmış halde sadece yavrum diyebiliyordu. O gün toprağa verildi genç kız. Polis ve ifade işlemleriyle abileri ilgilenmişti. Başsağlığı ve meraktan köylüler evi hiç boş bırakmadı.
Ertesi hafta Neşe okula gitmiş, sınıfını açmıştı. Hepsinin umut dolu, pırıl pırıl bakışlarıyla karşılaştı. Ne çok hayali vardı hepsinin. Sınıftaki eksikleri not edip müdürün yanına gitti. Kapısını çalıp içeri girdi. “Kolay gelsin müdür bey. Sınıfımdaki eksikleri yazdım bu kağıda. Ne zamana kadar ne nasıl hallederiz?
” Müdür kafasını kaldırıp cevap verdi:
“Nelermiş o eksikler?”
“Boyama kitapları, kuru ve pastel boyalar… Okul öncesi için ne gerekiyorsa. Çok az eşya var. Olanlar da hep kırık dökük. Öğrenci sayısı da biraz az. Sınıfta 10 kişi var. Köyde daha çok çocuk vardı sanki.”
Kırtasiye malzemelerini hallederiz hoca hanım. Ama öğrenci sayısı için yapabileceğim bir şey yok. Okuma yazma öğrenmek için zor gönderiyorlar iki boyama yapmak için ne masraf ederler ne de anasınıfına göndeririler.”
“Ben tek tek gider ailelerle konuşurum. Göndermek zorundalar. En az ilkokul kadar önemli okul öncesi.”
“Siz bilirsiniz. Ben milli eğitime yazar, gerekli eşyaları isterim.” Neşe teşekkür ederek odadan çıktı.
Haftalar geçti, sonbahar yerini kış mevsimine bırakırken Neşe öğretmen sınıfa yirmi öğrenci toplayabilmişti. Neşe, kadınlarla konuşuyor, cesaret gösterip köy kahvelerine giderek erkeklerle konuşuyordu. Bazı erkekler ters konuşsa, bazı kadınlar suratına kapıyı çarpsa da Neşe kararlıydı. Eşlerine yardımcı olmalarını, kız çocuklarının okuması gerektiğini, kütüphane kuracaklarını bıkıp usanmadan anlatıyordu. Alaycı bakışlar, ters ters konuşmalara aldırış etmiyordu. Olumsuzluklara rağmen çalışmalar iyiye gidiyordu. Bu sırada Neşe düzenini kurmuştu. Muhtarın bahsettiği yeri boyayıp kireçlemişler birkaç eşya alıp küçük bir dünya kurmuştu. Milli eğitimden oyuncaklar gelene kadar Ümmü’yle birlikte oyuncak dikiyorlardı. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Oğlu Can yanındaydı. Arada bir ilçeye iniyor eksikleri alıp geri dönüyordu. Ama içindeki korku hiç bitmiyordu. Eski eşiyle her telefon görüşmesinde ettikleri kavga ve onun “Ya benimsi ya kara toprağın” sesi aklına geldikçe bedeni buz gibi oluyordu. Birkaç hafta sonra Osman Ümmü’yü yanına çağırdı:
“Ümmü! Avrat nirdesin?” ses avluda yankılandı. Ümmü koşar adımlarla merdivenden indi.
“Buyur bey!”
“Akşama misafir var. Hazırlık yapın. Esma nerde? Güzel bi şeyler giydir üstüne. Berdel verecem onu. Hüseyin Ağa’nın kız kardeşini kendime alıp ağaya Esma’yı verecem. Bi oğlan doğuaramadın. Ben de ikinci avradı alıyom.” Ümmü şok olmuş bir şekilde Osman’ı dinlerken kaynanası zevkten dört köşe Osman’a bakıyordu. “Bana bakma bey! İstersen beşinci avradı al. Kızıma kıyma. O daha küçük. Okulu var.” Ümmü Osman’ın ayaklarına kapanmış ağlıyordu. Osman sinirle kadını ileri doğru itti. “ Yeter! Canıma doyurdun. Ben düşündüm. En güzeli böyle olması. Kız gelinlik çağına girdi. Namusuyla gelin edelim.” Bir kenarda elini yüzünü silen Ümmü ağlamaya devam ederken Neşe ve Esma içeri girdi. Konuşulanları duymuşlardı. Osman’ın söylediklerine sinirlenen Neşe, sesini yükselterek konuşmaya başladı. “Kendine gel Osman abi. Aylardır bana kol kanat gerdin, ekmeğini yedim. Sağol ama buna kayıtsız kalamam. Hüseyin Ağa Esma’nın dedesi yaşında nasıl yaparsın bunu!” diyerek çıkıştı. Osman tütününden bir nefes çekerek cevap verdi. “Sen karışma hoca hanım. Sizin kitaplarınızda yazmaz bunlar.” Neşe sinirle cevap verdi. “Öyle mi Osman abi. Ben de seni jandarmaya ihbar ederim. Daha reşit olmamış kız. Alırlar elinden bir daha yüzünü bile göremezsin.” Osman aynı sinirle cevap verdi. “O zaman ben de aylardır saklandığın kocana yerini söylerim.”
“Yapamazsın abi.”
“Sen yapmazsan ben de yapmam!”
Avluda buz gibi bir hava esti. Neşe, Osman’a hayal kırıklığıyla baktı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Çaresizce Can’ın elinden tutup evine doğru ilerledi. Sabaha kadar gözüne gram uyku girmeden pencere kenarında oturdu. Sabah olunca okula gitti. Gece yağan yağmurdan sonra yerler çamur olmuştu. Okula girerken öğrencilere ayaklarını pas pasa silmelerini söyledi. Zil çalmış öğretmenler sınıflarında ders yapıyorlardı. Müdür, yaptığı telefon görüşmesinin ardından Neşe’yi yanına çağırdı. Telefon onaydı. Neşe, elleri titreyerek ahizeyi kaldırdı. Arayan üniversiteden arkadaşıydı. “Alo Neşe! Kocan yerini bulmuş. Ben söylemedim. Nasıl bulduğunu da bilmiyorum. Çok araştırmış. Oraya, köye geliyor haberin olsun.” Neşe kuru bir teşekkürle telefonu kapattı. Sessizce müdürün odasından çıkıp sınıfına gitti. Güneş batana kadar da ayrılmadı okuldan. Gözü sürekli ilçeye giden yoldaydı. Osman’ın söylediğini düşünüyor, ne olacaksa olsun diye içinden geçiriyordu. Daha fazla okulda duramayacağını bildiğinden okuldan çıkmak için toparlandı. Okulun kapısına vardığında siyah uzun bir araba gördü. Şaşkınlıkla arabaya bakarken arabadan takım elbiseli, siyah ayakkabılı bir beyefendi indi. Yorgun gözlerle etrafı inceledi. Merdivenlerde duran Neşe’ye baktı. “Neşe, aylardır seni arıyorum. Çok pişmanım. Affet beni. Çok seviyorum seni. Oğlumu ve seni çok özledim. Bana inanmıyorsan bak kimi getirdim.” Bu defa arabadan kırmızı montlu bir kadın indi. Neşe’nin annesi. Anne kız birbirine koşup ağlayarak sarıldı. Neşe’nin eşi anlatmaya devam ediyordu. “Ne olur Neşe. Annen de inandı bana. Bir şans daha istiyorum sadece. Yeniden başlayalım. Kumarı, içkiyi hepsini bıraktım.” Okulun ihtiyaçları varmış. Hepsini aldım. Arkadaki kamyonu işaret etti. Yalvarır gözlerle bir demet gül uzattı Neşe’ye. Neşe şaşkınlıkla kocasına baktı. Hiçbir şey söylemeden ağlayarak sarıldı kocasına. Uzun uzun sarıldılar. Neşe telefona sarılıp jandarmayı aradı. Esma’nın durumunu bir bir anlattı. Neşe yeni bir hayata adım atarken gece olmuştu. Neşe’nin evine gittiler. Ümmü’yü de çağırıp tanıştılar. Onlar çaylarını yudumlarken köyün karanlığını jandarmanın ışıkları aydınlatıyor, Esma yeni bir hayata başlıyordu.
Esma okulunu bırakmadı. Okudu ve doktor oldu. Ümmü’nün kocası 2. Evliliğini yaptı. Evlendiği kadından bir çocuğu oldu. Hem de tam istediği gibi erkek. Ama çocuk engelli dünyaya geldi. Ümmü çocuğa çok üzüldü. Kocasına da üzüldü. Allah’ın gücüne gittiğini düşündü. Kız çocuğu oldu diye ona yapmadığını bırakmamıştı.
Kocası da aslında hatasının farkına varmıştı. Ama Allah onu erkek evladı ile sınamış, büyük bir ders vermişti. Esma doktor olunca kendine bir klinik açtı. Üvey kardeşi ile o ilgilendi. Onun tedavisini hep o yapıyor, daha sağlıklı yaşaması için elinden geleni yapıyordu. Esma’nın babası ise büyük bir mahcubiyet duyuyordu.
Çünkü ikinci evliliğinden sonra kızları ile ilgilenmemiş, onları kendi başlarına bırakmıştı. Ama Esma babasının cahilliğine hiç aldırış etmeden üvey kardeşi ile ilgilendi. Ümmü ise çocuklarını tek başına bırakmadı. Evlenmedi. Hayatını çocuklarına adadı, hepsini okuttu ve meslek sahibi yaptı.
Allah 6 kız verdi diye asla isyan etmedi. Evladın cinsiyeti olmaz diyerek onları bağrına bastı. Ve kazanan Ümmü oldu…
